Geçenlerde divan edebiyatı üzerine kısa bir yazı yazdım.
‘Niye objektif olmuyorsun’ diye bir kaç arkadaşın tepkisini aldım.İskender Palagillerin ballandıra ballandıra divan edebiyatını anlatmaları nasıl haklarıysa, eleştirmekte hak olmalı. Saray duvarını aşamayan bu edebiyatı…
Osmanlıca’nın %45 Farsça, %35 Arapça, %20 Türkçe’den oluşan bir dil yapısı vardı. Uydurma bir dil olduğu meydanda durmuyor mu?
”Âyîne-i sîne bahr-ı sîm-âb/
Ikd-i güher olmuş anda girdâb”
Eline ne geçti, Şeyh Galip? Anlamıyoruz işte! Tumturaklı, anlaşılmayan şiirler…
”Zannetme ki şöyle böyle bir söz/
Gel sen dahi söyle böyle bir söz”
Bak, Şeyh Galip ağabey, isteyince oluyormuş. Bunu anlıyoruz.
Galip Dede’nin mazmunlarını anlayabilmek için donanım sahibi olmak lazımmış. Aksi takdirde okuyucu onun şiirlerini anlamakta zorlanacakmış.
Galip Bey, üstelik şöyle demiş: ”Benim mazmunlarımı anlamamak ayıp sayılmaz.” Dede! Dede!.. Anlaşılmayan sanatı ben n’eyleyim?
Galip Dede’nin sözlerini anlamayan, ondan 220 sene sonra yaşayan bizler değil ki, 220 sene önce yaşayan halkta anlamıyordu.
700 yıl önce şiirler yazan Yunus Emre’yi anlıyorsam, 220 yıl önce şiirler yazan Şeyh Galib’i anlamıyorsam; sorun kimde?
Divan edebiyatı şairleri kendi çalmış kendi oynamış, padişaha, paşaya yalakalık yapmış, kapmış keseyi, bize de sanat diye yutturmuş.
Divan Edebiyatı şairleri böyle uydurma bir dille şiir yazıp duracaklarına, Rumi gibi baştan sona Farsça yazaydı da çeviriyle bari anlayaydık.
Anlaşılmayan sanatı n’edeyim, n’işleyim? Sanat dediğin toplumcu gerçekçilerin ki gibi olmalı. Orhan Veli gibi garip garip…
”Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda/
dokunabilir misiniz göz yaşlarıma/
ellerinizle..”
Sanat budur abi.
-21 Ekim 2012, Mustafa YILDIRIM-